29 Aralık 2006 Cuma
24 Aralık 2006 Pazar
En Çok Söylenen Yalanlar
EN ÇOK SÖYLENEN YALANLAR
Ay ne kadar zayıflamışsın?
İnan doğru söylüyorum.
Küçük olduğuna bakma, işlevi büyüktür
Senin için canımı bile veririm
Ben zaten anlamıştım.
Önemli olan ruh güzelliği canım.
Senden başka kimseyi sevmedim.
Aaaa.Hoşgeldin.Ben de şimdi sana geliyordum.
Bir kereden birşey çıkmaz.
Yarın tamam.
Öğle tatili yapmıyoruz.
Hiç acıtmayacak.
Şimdi ben de seni arayacaktım.
Orijinal yedek parcası.
Telefon şehirler arasına kapalı.
Burada torpil geçmez.
Girilmez levhasını görmedim.
Yemeğe kalın.
Çok üzüldüm.
Her bedene uyar.
Davetliydik ama gitmedik.
Bu kızı kimler kimler istedi.
Herkese eşit zam yapıldı.
Hatırası var.
Herşeyin en iyisine layiksin.
Sadece arkadaşız.
O benim ağabeyim gibiydi.
Ben zaten böyle olacağını biliyordum.
Emrin olur.
Arkasından değil, burada olsun yüzüne de söylerim.
Bilsem söylemez miyim???
Ayıp ettin valla kimseye söylemem
Kolay gelsin herkese,
Aradım valla yoktun...
Kusura bakma güzelim, bizde de hiç bozuk kalmadı.
Yolda lastik patladı.
Çok kolay bir ders. Ben A almıştım.
Baba, bu dönem kitaplar çok tuttu.
Yedi göbekten İstanbul'luyuz.
Üç saatte Ankara'ya indik.
Çok yakın ahbabım olur.
Elimizde büyüdü.
Orada durumunu toparlamış. Paraya para demiyormuş.
Paranın ne önemi var muhim olan insanlık.
Abi sen kapat, ben hemen arıyorum.
Çocuğu çıkardım bile, birazdan sende.
Kesinlikle kırılmaz.
İmkansız, daha ucuza bulamazsınız.
Şimdi seni düşünüyordum.
Hayır efendim çekmez.
Giyince açılır, merak etmeyin.
Çek bekliyorum, geç kaldı, gelsin hemen yatıracağım.
Seni sevdiğim için yapıyorum bunları.
Kapatmam lazım, ocakta yemek var.
En doğru, en hızlı, en detaylı haberler için bizi izleyin.
Biz demokrasinin bekçisiyiz.
Saat durmus, çalmadı.
Yok canım, benim değil, arkadaşlar unutmuş.
Biz de şimdi içeri girdik.
Biz de tam kapıdaydık.
Aaa, sana en az beş e-mail gönderdim, almadın mı?
Sürekli arıyorum, düşmüyor.
Karım çok hasta, acil servise yetiştirmem lazım.
Oo hooo...çoktaaaan.
En geç haftaya hepsini öderim.
Arayacaktım ama işler çok yoğun, kafamı kaldıramıyorum.
Abi ikinci köprüde bir basmışım, kadran 225.
Bir tanesi sorun çıkarsın, hepsini geri getir.
Benim köylüm, benim çiftçim, benim memurum.
Hanımefendi tabaklar tamamiyle ithal malıdır.
Kurtarmıyor abla, bak inan zararına satıyorum.
Müşteri: Garson bey kadayıf taze mi?
Garson: Tabii beyefendi, daha bu sabah çıktı.
Elimde kalmamış beyefendi, siz girmeden biraz önce son parçayı sattım.
Abi siz önden gidin, orada buluşuruz.
Bir kereden birşey çıkmaz.
Yarın tamam.
Öğle tatili yapmıyoruz.
Hiç acıtmayacak.
Şimdi ben de seni arayacaktım.
Orijinal yedek parçası.
Telefon şehirler arasına kapalı.
Burada torpil geçmez.
Girilmez levhasını görmedim.
Yemeğe kalın.
Çok üzüldüm.
Her bedene uyar.
Davetliydik ama gitmedik.
Bu kızı kimler kimler istedi.
Herkese eşit zam yapıldı.
Hatırası var.
Herşeyin en iyisine layiksin.
Sadece arkadaşız.
O benim ağabeyim gibiydi.
Ben zaten böyle olacağını biliyordum.
Emrin olur.
Arkasından değil, burada olsun yüzüne de söylerim.
Bilsem söylemez miyim?
Ayıp ettin valla, kimseye söylemem.
Kolay gelsin herkese.
Aradım valla yoktun.
Çok yakışmış...
Telefon kapalı değildi...
Demek çekmemiş. Hay Allah!!!
Aslında sorular çok kolaydı.
Ben mi onu seviyormuşum.
Daha neler gıcık oluyorum ben ona ya...
Ders çalışıyorum.
Canım bilerek olmadı ya
17 Aralık 2006 Pazar
C€ZA
YERLİ PLAKA
üstüme iyilik sağlık a dostlar
ceza rap yapar çok kötü toslar
boxlarınızı bakıma alın a foslar
dostlarınıza yakın olun a be kozlar
elinize geçti neredesin ha popstar
lostra salonu ayakkabı boya kostar
az konuşana kurdele takacaklar
kara tahtaya da ceza yazacaklar
yükselen ben değilim bak asansör
şayet beni uçarken gördüysen senin gözün kör
peşimde onlarca yalaka sahte post var
eninde sonunda yalnız bırakan o dostlar
bi bakayım derken şöyle ben içine girdim öyle
bu ortam işte böyle bu nasıl iş söyle
ipi kopmuş alemin çivisi çıkmış dillerin
inadım inat giderim tersine dilim fenerim
yol uzun ve pek dikenli çok uzun lan ben tükendim
yoksunum biçare kimi zaman da yalnızım avare gezdim
bak ne hale geldim
kim nasıl baktıysa öyle gördü ben buyum
nokta koyduk bitti
herbir yandan çektiler şu etime saplı kancaları ve
her gün engel ektiler belli var bi korkuları
bu yerli plaka korkutur herkes sanar dengimdir
kimse bilmez ancak ceza nefretten de eskidir
nakarat:
plaka yerli bak sırtı terli çok
ve başı dertli vah eski hali yok
ne olacak? ooo ooo ooo…
yükselen ben değilim bak alçalan duvarlar
öyle dar bir yerdeyim ki dünya pek küçüldü
tek bir yanlış çok gözüktü
geldiğim yer hep gürültü
pek sıkıntı çekti millet sabreden kazandı
benimle raks edenlerin kaçında var yürek
birçok çakal rapin önünde tek bilek
birçok kanal taraflı yazdı gazeteler yalan
ve çok samimi dostlarım var
en önemlisiyse biliyorum ki yükselen ben değilim
alçalan duvarlar sadece ve sadece
çok fazla dikkat çektik bu taktik değildi
gene de kapladı herkesi panik
buna tanık olan her genç tarihi yazsın
bir işe yaramazsa bu durur en al katta
bir bakmışsın teker teker dökülmüş tüm dostlar
ne ad ne de sanın kalır ve unutulur gidersin
yükselirken ekmek yerken yere düşerken saçmalarsın
hiç süren yok suyun ısındı güneş doğdu kuyu kazılmaz
nakarat
dört koldan taciz
çok belli bariz
makas alır kızlar yanaktan
erkeklerse diss
farklılaşma çabası içine girdi herkes
gettolarda bile mohikan var oğlum herbir kafada farklı ses
farklı vizyon her sokakta yükselir duvarlar
yabancı marka giydi her kesimden muhalefetler
ellerinde boş bir defter yazıldı aynı şeyler
daim kullanıldı aynı renkler anlaşılmaz boş resimler
ömür de belli ineceğin o katta
düşeceğiz birlikte belki sanma kurtuluş var
kader bu belli olmaz kaçar gider yanından herkes
zaten biz birer hiçiz şayet bu böyle olmasaydı
unutulur muydu o eski sesler
bulut olursa yağmur beklenir güneşli günler çok yakın
ve rüzgarım hep esti
kısa bir not: sazın içinde şeytan yok
77 üsküdar yani bu plaka yerli
nakarat
HOLOCAUST
Koyduğum nokta belki son ben bunu bilemem aynı bomb gibi gelir sana belkide aynı ton dibi delik gelebilir ama aynı fon kendini bilemez montofon ve monoton yaşar hep alt aynı don anlatırım ben derdimi yalnız eyy bimini microphone şimdi bana bir bakınız hadi muamelesi kesebilir haas** ve de muhammed ali gibi gelir asi bana bak beni gör ve de öl vasi sesim hep duyulur tepeden bariton mekanım olabilir her en ozon yanıma gelenin canına girecektir eyy bimini microphone...
O oo bunu ben bunu sen şunu ben onu sen gülü ben günü sen fenomen olacak dolacak her yer
Menemen kıvamı balçık gelemem elemem dostumu göremezsem düşmanın postunu yere seremezsem rüzgar gibi esemezsem veremezsem kalbimi geri gelemezsem sen beni bilemedin yüreğimi göremedin kendini bilemedin yamacına gelemedin amacına varamadın her yeri karaladın barışı da yaraladın acımadan aldın rüyalara daldın bal arısı gök karası istanbul kalem harp okulundan çıktı en baba rap işte başına darısı
Ma mama... microphone unu getirsene bana baksana laklak etme sakın ha sen beni dinle kelimelerimi kilometrelerce milimetrik hesaplarla yazdım ha ihtiyacınız var mı yardıma hatalı rhymelar fatalrhyme la çatal olur ha yatacaktır yere bala banacaktır kanacaktır akacaktır rüzgar gibi esecektir geri gelecektir ceza etnik bir sentezdir bela teknik bir arızadır üç fazdır kanadı kırıktır taktik kuşkunun oluşumudur şu yaptığım rapteki uçurumdur...
Bak beni gör hadi kamil ol tepeden tırnağa sen hami ol rap e göz kulak oldum sen de ol vede holocaust u gören insan ol arı gibi uç kartal gibi kon vede den köle ol yada ben patron ryhmlarım can yaka bilir ha pardon eyy bimini microphone şimdi bana bir bakınız hadi muamelesi kesebilir haas** ve de muhammed ali gibi gelir asi bana bak beni gör vede öl vasi sesim hep duyulur tepeden bariton mekanım olabilir her an ozon yanıma gelenin canına girecektir eyy bimini microphone...
Bana bak yo kalbini aç son atak yo muamele pak katarakt yo görünen köy bu dayak sözlerle gelen kendini nostradamus sanana namus gerekir ceza gibi bir kabus gerekir fanus gibi g*t deliğinize çikita bir muz sokulur bana bir bakınız akınız underground u kafanıza takınız yakınız aleve veriniz her yeri holocaust u görünüz gösteriniz işte bu hiphop gösterimiz yo allah rap in cezasını verdi...
16 Aralık 2006 Cumartesi
Cola Neden Soğuk İçilir...
Coca Cola'yı bulan şahıs bu işe başlarken tüm dünyanın tadını seveceği bir şerbet yapmayı kafasına takmış. Tüm servetini buna yatırmış. Sonunda da ünlü Coca Cola formülünü hazırlayıp piyasaya sürmüş. Ama sonuç tam bir fiyasko olmuş. Yılların emeği boşa gitmiş. Fakat daha sonra şirketin bir ortağı formülde hiç değişiklik yapmadan Coca Cola'yı bugünkü satış rakamlarına ulaştırmış. Ne mi yapmış? Sadece şerbeti soğutup satışa sunmuş! Bu nedenle tüm Coca Cola şişelerinin üzerinde "Soğuk içiniz" yazıyormuş.
Formülü açıklansa isteyen herkes evinde çay yapar gibi Coca Cola üretebilirmiş. Formül işte bu yüzden dünyanın en önemli sırrı gibi gizli tutuluyormuş.
Kimyayla alakası olan herkes bilir ki Coca Cola asidik yapıdadır. Bundan ötürü de dışarıya ısı verdikçe, yani soğudukça, daha "kararlı" hale gelir. Böylece de lezzeti artar. Coca Cola soğuk sevmemizin ve şişelerin üstünde "soğuk içiniz" yazmasının nedeni bu "asid-baz" ilişkisinden kaynaklanmaktadır..
Çin İşkencesi..
Bu Cinlilerin en buyuk suclarda 1920 lı yıllara kadar uyguladıgı ıskencesıdır.
Tepkı gelıcegını dusundugum ıcın tek bır resım koyucam,bu buyuk suclar bırcok kısıyı oldurmek,kucuk yastakı cocuga tecavuz gibi....
Iskence su sekılde(Hatta ıskence yanlıs bu adamların cezası) yapılıyor:
Cezalandırma 3 gun suruyor...
Suclu toplam 1000 kere kucuk parcalar halınde kesılıcek(gunde 350 cıvarı)
Eger suclu cezası dolmadan olurse gerı kalan sayı 1000 e ulasana kadar kesılmeye devam edılıcek.....
Kesımde kullanılan bıldıgımız pıde ,borek kesmede kullanılan kasatura seklındekı bıcaklar.....
Kesıkler ılk once buyuk kaslarda(Gogus,bacak vb..)baslıyor ve daha kucuk kasların oldugu bolgeleden sonra genıtal bolgeler ve ıc organlara kadar devam edıyor....
Isın en ıgrenc tarafı ıskence devam ederken sucluya her saat bası uyusmasını saglayan ıcı uyusturucu dolu olan buyuk bır kabda sıvı ıcırtıyorlar boylece resımdede fark edecegınız gıbı kısının canı yanmıyor hatta yuzunde gulumseme benzerı bır ıfade olusuyor.......
“Sutyenini ve külotunu çıkarıp onunla seks yaptım. Sanırım bu benim hayatımın bir parçası oldu, yani ölülerle cinsel ilişkiye girmek.”
HENRY LEE LUCAS, bir tartışma sırasında göğsünden bıçakladığı 12 yaşındaki nikahsız karısı Becky Powell’ın ölümüne verdiği tepkiyi anlatırken
Richard Von Kraft-Ebing, sapkın davranışları incelediği Psychopathia ***ualis adlı klasik eserinde nekrofiliyi tüm sapkınlıkların en canavarcası olarak niteler. Nekrofili (Yunanca’da “Ölü Sevicilik” anlamına gelir.) Cesetlerle seks yapmak anlamına geldiğinden, bu şaşırtıcı bir niteleme sayılamaz. Aynı şekilde bu en canavarca eylemin, en canavar suçlular olan seri katiller arasında çok rastlanır olması da bizi şaşırtmamalıdır.
Earle Leonard Nelson’dan, Ted Bundy’ ye kadar birçok kötü şöhretli psikopat, ara sıra yeni öldürdükleri kurbanlarının cesetlerine tecavüz etmiştir. Ancak bazı kriminal psikoloji uzmanları, bu tip bir öfke patlaması ile katilin bir kurbana tamamen hükmetmek ve onu aşağılamak şeklindeki habis arzusundan doğar. Gerçek nekrofil, yani ölüme tutku ile bağlı olan ve en büyük zevki bir cesetle seks yapmak olan kişi, arasında fark olduğunu belirtirler. Bu tür bir nekrofil, seri katiller arasında nadir görülür. Fakat bazı kayda değer vakalar da yok değildir.
Jeffrey Dahmer’in ölü nesneler ilgisi çocukken başlamıştır, o yaşlarda en büyük zevki, yollarda bulduğu ezilmiş hayvan cesetlerini toplayı kesmekti. Büyüdüğünde, bu marazi tutku kelimelere sığmaz bir sapkınlığa dönüştü. Dahmer, psikiyatrlara rutin olarak öldürdüğü kurbanların karınlarını kesip iç organları üzerinde mastürbasyon yaptığını anlatmıştır. Ayrıca kurbanlarına anal olarak tecavüz ettiğini de itiraf etmiştir. Dahmer’in Britanyalı eşdeğeri Dennis Nilsen de, Nekrofili güdülerle hareket ediyordu, fakat kurbanlarına daha nazik davranıp yatakta onlara sokularak mastürbasyon yapardı.
Amerikan nekrofilleri arasında en kötü şöhretlisi Ed Gein’dir. Tüm klasik nekrofiller gibi, Gein de kesinlikle canlı kadınlarla ilgilenmezdi. Seks partnerlerini yerel mezarlıklardan bulurdu ve on iki yıldan uzun bir süre bu mezarlıklardan ceset çalmıştı. Genel olarak nekrofiller seri katillerden daha az tehlikeli görülürler, çünkü kurbanları hali hazırda ölüdür. Gein de bir istisna değildi. Yine de zararsız sayılamazdı. Yerel mezarlıklarda istediği türden kadınlar kalmayınca dişine göre bir kurban aramaya çıktı ve onu en sevdiği kadın türüne dönüştür. Yani ölü bir kadına….
“Sutyenini ve külotunu çıkarıp onunla seks yaptım. Sanırım bu benim hayatımın bir parçası oldu, yani ölülerle cinsel ilişkiye girmek.”
HENRY LEE LUCAS, bir tartışma sırasında göğsünden bıçakladığı 12 yaşındaki nikahsız karısı Becky Powell’ın ölümüne verdiği tepkiyi anlatırken.
10 Aralık 2006 Pazar
Matematiksel Paradokslar
Hareket yoktur. Çünkü bir hareketin olabilmesi için belirli bir zaman diliminde belirli bir mesafenin yapılmış olması gerekir. Bunun için de istenilen mesafenin önce yarısı, sonar kalan mesafenin yarısı, daha sonra kalanın yarısı vb…gidilmesi gerekir. Ancak herzaman gidilmemiş bir “kalan yolun yarısı” olacaktır. Dolayısıyla hareket hiç başlamamıştır.
Hareketli bir tavşan hiçbir zaman kendisinden ilerdeki hareketli bir kaplumbağayı yakalıyamaz. Çünkü kağlumbağayı yakalması için öncelikle, seçilen bir anda kaplumbağanın bulunduğu noktaya gelmesi gerekir. Tavşan o noktaya gelene kadar kaplumbağa biraz daha ilerlemiş olur. Daha sonra ilerideki kaplumbağanın o anda bulunduğu noktaya gidene kadar kaplumbağa biraz daha ilerler. Sonuçta kaplumbağa hareketli olduğundan, tavşan, kaplumbağayı asla yakalayamaz.
Zaman “an” lardan oluşmuştur. “An”zamanın en küçük parçasıdır ve bölünemez. Bir ok hareketli veya hareketsiz olsun, aslında ok hiçbir zaman hareket edemez. Çünkü hareketin gerçekleşmesi için okun bir anın başlangıcında bir noktada, anın sonunda da başka bir noktada olması gerekir. Ancak bunun olması için “an” ın bölünebilir olması gerekir ki bu da tanıma gore mümkün değildir. Dolayısıyla ok aslında hareket etmemiştir.
Türkçesi Varken
TÜRKÇESİ VARKEN
Daha önce yoktu bunlar. Atatürk devrimlerinin ışığında kendi dilinin gelişmesine katkıda bulunan bilim ve yazınerleri dışarıdan gelen terimleri, deyimleri Türkçeleriyle değiştirirler, topluma kendi dillerinde seslenirlerdi. Bağımsız düşünceyi alışkanlık edindiğinizde, herhangi bir yanlışa düşmeyeceğinizi bilirsiniz. Yanlış yapmak da kişioğlunun doğasındadır. Ancak yanlış yaptığının bilincinde olmak, o yanlıştan en kısa sürede dönme olanağını da sağlar. Kişi olmanın onursal gereği budur.
Siyasal ve kültürel anlamda bir dönüm noktası olarak saydığımız 12 Eylül darbesinin ardından düşüncenin, düşünmenin önü kesildi. Bütün olumsuz koşullara karşın Türkiye, 1990'lara eski birikimlerinin ışığında ulaştı. Ancak o arada toplum sorunlarından uzaklaştırma amaçlı yeni bir kuşak yetiştirilmeye başlanmıştı. Bu kuşaklar 'köşe dönmecilik'le, 'Anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz.' yaklaşımıyla evriltilmişti. Betikten (kitaptan) korkutularak görselliğin çekiciliğine yaklaştırılan, teknik işgücü yetiştirilirken sanatsal, yazınsal, özetle kültürel tat verilmeden duyarlılığından, toplumsallıktan, sorgulamaktan uzaklaştırılmış bireyciler yaratılmaya girişilmişti. Bu geriye dönüşümün acı etkilerini 1990'lı yıllarda yoğun olarak görmeye başlayacaktık. Her şeyin parasal bir değeri olmalıydı. Bu bile, kendi değeriyle değil devlet kuruluşlarının da içinde bulunduğu, yayılımcı egemen bir gücün para birimiyle konuşulmasında somut bir durum alacaktı. İşte bu geriye dönüşüm süreci başarılınca, kendi kültürel gelişimi yadsınmış, özgür düşüncenin tanımı 'egemen gücün güdümü altında' konuşma olarak yerini almaya başlamıştı. Eh, bu böyle olunca onun dilinde konuşup düşünmek de özgürlüğün, bağımsızlığın adı olmuştu.
Nedenlerini böylesine, kısa da olsa, ortaya koymadan konuya girmek, ayrıntılarda yollarını yitirmiş, gerçek nedenlerden uzaklaşmış bir konuma getirirdi bizi. Bütün bu oluşumlar, küresel bir ele geçirmenin aşamaları olarak yanımızda dursun, biz bütün bunların büyük bir parçası olan dil konumuza girelim. Yaşadığımız dünyada var olan düzen gereği, kimse kimsenin tam olarak ne yaptığını bilmediğinden, öbürüne de bir zaman ayırma olanağından yoksun kılınıyoruz. Yaşam hızlı bir biçimde dönüyor. Bunun gereği olarak da yeni kurallara gereksinim duyuluyor. Daha ayrıntısına girmeyelim, çünkü onun da kendine özgü sunuş biçimi (iş dünyasında kendini satmayı bilme) öne çıkıyor.
Fransız dilinin saygın sözlüklerinden sayılan Petit Robert'in 1990 baskısında 'CV' (Curriculum Vitae) şöyle tanımlanıyor: Dile girişi (Fransız diline) Ondokuzuncu yüzyıl sonları. Latince, 'yaşam koşusu'dan. Bir kişinin toplum içindeki durumunu, edinmiş olduğu becerileri, almış olduğu yetkinlik belgelerinin kanıtlarını ve geçmişteki edimlerini, eylemlerini içeren bilgiler toplamı. (CV) Amerikan ve Kanada İngilizcesinde geleneksel olarak Fransızca 'Résumé' sözcüğüyle karşılanıyor. 'Résumé' özet demektir. Şurada burada görüyoruz; işe alımlarda, üniversitelerde bir “CV” (cEvE diye okunmalı Sivi değil) hazırlama, “CV” gönderme deyişleri almış başını gidiyor. Türkçede yerleşmiş bir söz vardı zaten: Özgeçmiş. Ne oldu ki bu söze? Bu söz de mi 'banal' oldu, “out” oldu? Türkçede 'özgeçmiş' sözünün yerli yerince oturduğu açık değil mi? İlle de yabancının diliyle mi konuşmak gerekiyor? Sözüm Amerika, Kanada ortamında iş aramaları için değil sözüm Türkiye ortamı ve Türkçe yazıp konuşma üzerine.
Bir de şu Kapak Mektubu! Özgeçmişle birlikte kendini ve niçin bu özgeçmişi o kuruluşa gönderdiğinin kısa açıklamasını yapan bir yazı hazırlayıp göndermeye, İngilizce'den bir çeviriyle 'Kapak Mektubu' (Cover letter) deyişi kullanılıyor. Ne kapağı bu? Tencere kapağı mı? Amerikalılar böyle konuşup yazıyor diye, biz de mi böyle yazıp konuşacağız? Türkçeye yakışan bir 'Sunum Yazısı' uygun değil mi?
Neden bağımsız düşünme alışkanlığı edinemiyoruz? Nedir bu tembellik? Bu tembellikle, yalnızca bir tüketici olduğumuzun bilincinde miyiz?
Acılar Denizi
işitmem vapur düdüklerini , martı çığlıklarını
Dalgalar her gün bir başka kıyıya atar beni
Duyarım yosunların benim için ağladıklarını
Ölüyüm çoktan, bir baksana gözlerime
Gör, içindeki o kanlı cam kırıklarını
Bu ne karanlık , bu ne zindan gece böyle
Bütün gemiler söndürmüş ışıklarını
Ben acılar denizi olmuşum, yaklaşma
Sularım tuzlu, sularım zehir zemberek
Baksana; herkes içime dökmüş artıklarını
Bu karanlık bitse artık, bir ay doğsa
Bir deli rüzgar çıksa; alıp götürse
Yılların içimde bıraktıklarını...
Ümit Yaşar Oğuzcan
9 Aralık 2006 Cumartesi
DİLİN VARSILLAŞMASI, DİLİ KULLANMAKLA SAĞLANIR
Kitle iletişim araçlarında yazı yazanlar, konuşma yapanlar, izlence (program) hazırlayanlar işlerinin sorumluluğunu bilmeliler diyorum sık sık. Bunların başında diline sahip çıkmak, onu bir uzman titizliğiyle kullanmak onursal bir borçtur. Çünkü izlencesinin temeli dile, anlatıma dayanıyor.
Şu anlatım sırıtmıyor mu sizce? : "1995 yılında kurulan Gümüşlük Akademisi, farklı disiplinlerdeki yerli ve yabancı sanatçıların gerçekleştirdiği atölye ve workshop'larıyla dikkat çekiyor".
Önce şu 'atölye' ve dilimizde olmayan imcelerle (harflerle) yazılmış 'workshop' sözcüklerine bir bakalım. Atölye (Atelier) Fransızcadan dilimize girmiş bir sözcük. Sanat alanında olduğu gibi, tecimsel (ticari) alanda da kullanılıyor. Bir de şu on yıldan beri bir 'workshop' çıktı başımıza. Hem de Türkçe olmayan imcelerle basın yayın organlarımızda boy gösteriyor. Biz Atelier (Atölye)'yi atmaya çalışırken yanına bir amcaoğlu geldi. 'Work= iş, çalışma', shop= yer, dükkan'. İkisinin de anlamı aynı. 'Çalışılan yer' anlamında. Daha 1930'lu, 1940'lı yıllarda bunun yerine Türkçesi konmuştu: 'İşlik'.
Türkçesini kullanmak 'banal' mı oluyor acaba? Yoksa işin 'asaletini' mi düşürüyor? Bir konu üzerine 'vorkşop' değil de 'işlik' açsalar, düzenleseler sanatlarında, konularında bir eksiklik, değer düşüklüğü mü oluyor dersiniz? Bu bozukluklarımızdan ne zaman kurtulacağız?
Bir de şu 'disiplin' sözcüğü var. Hep bana çocukluk çağımızdaki 'okul yargı kurumunu', dolayısıyla 'ceza'yı, 'cezalandırmayı' anımsatıyor. Oysa 'Disiplin' 'discipline'de bize Fransızca'dan girmiş. 'Belirli bir öğretiden geçmiş' anlamında kullanılıyor. Ancak 'öğreti' deyince karşındaki kişiyi yormadan 'öğrenmeye ilişkin' olduğunu bildirmemek için, bir gizem katmak gerek; 'farklı disiplin' dersek, söz daha mı değerlenecek ?.
Dil işlendikçe varsıllaşır (zenginleşir), kavram kapsayıcılığı genişler. Bilir misiniz ki, Türkçe dünya dilleri arasında en çok türetilebilen ve geniş anlatım özgürlüğü veren dillerin başında gelir!? Ah, takıntıya (kompleks) girmeden bunun bir ayrımına bir varabilsek!
"Dil Açmazı" Üzerine Bir Deneme: Sorun Dilde mi, Bizde mi?
Doç. Dr. Serdar M. Değirmencioğlu
Bu yazıda, 1997 Eylülünde Türkiye’ye döndüğümden beri giderek artan bir hayret ve üzüntü ile gözlediğim ve bence çok ciddi olan bir sorun hakkındaki düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Sanırım bu sorun meslekdaşlarımın çoğuna oldukça tanıdık gelecektir.
Önce günlük yaşamımdan birkaç gözlemimi aktarmak istiyorum: ODTÜ’de öğlen yemeğini yoğurt ile geçiştirmek istiyorsunuz. Kantindeki genç “normal mi, light mı?” diye soruyor. ODTÜ Çocuk Yuvası'nda velilere “çocuklarınıza ceza değil, timeout veriyoruz” dendiği kulağınıza çalınıyor. Giysi almaya gittiğinizde mağazaların adlarına bakmamaya çalışıyorsunuz, çünkü mağazalar başka bir ülkeden çıkmış gelmişler sanki - adları çeşitli dillerde. İçeri girdiğinizi varsayalım. Giysinizi orta boy değil “medium” veriyorlar – ufak tefekseniz, “small da olabilir” deniyor. Etiketi çevirip bakıyorsunuz, değil ‘orta boy’ yazmak, Türkiye’de üretildiğine ilişkin bir yazı bile bulamıyorsunuz. Hadi giysiden vazgeçtik, ille de bir şey alacaksak işyerinde geçen uzun saatler için bisküvi alalım. Bisküvilerin üzerinde “Haylayf”, “Çizi” gibi markalar görüp irkiliyorsunuz. Bisküvi ve şekerleme satan kimi mağazaların adlarını (örn., Ülker Shop, Sagra Special) görünce daha da şaşırıyorsunuz.
Gözlemlerimi sürdüreyim: Ankara’dan İstanbul’a otobüs bileti alacaksınız; durmadan giden otobüs soruyorsunuz. Görevli, “haa, non-stop soruyorsunuz, var var” diyor. Merak ediyorsunuz, bu yabancı laf bolluğu yalnızca bir iki otobüs şirketinde mi görülüyor. Otogarda yapacağınız küçük bir gözlem hiç de öyle olmadığını gösteriyor. Hatta yeni uygulamaya giren, “otobüs şirketinin adı asgari bir yabancı sözcük içermelidir” diyen bir yönetmelik olmasından kuşku duyuyorsunuz. Son yıllarda kurulan birçok şirketin adı bir garip: Oskar, Show, Metro, Sakarya VIP, Mersin VIP. Durun, daha beteri de var. Özenti illetinin, diğer birçok yenilik gibi en son ulaştığını düşündüğünüz Doğu illerimizden Van’a giden yeni bir şirket var: Best Van! İçiniz burkuluyor.
Bu örnekleri, öznesi ikinci tekil kişi olan cümlelerle yazdım, çünkü biliyorum bu yazıyı okuyacak kişilerin çoğu da anadilimizi kemiren bu örnekleri her gün yaşamakta ve içleri cız etmekte. Hele hele Türkçe’yi sevenlerin bu soruna duyarsız kalmaları olanaksızdır diye düşünüyorum.
Bu sorunu saptayıp, “ah efendim, nereye gidiyoruz?”, “bu ve bunun gibi özentiler beni öldürecek” demek, hatta “efendim, eğitim eksikliği” gibi basmakalıp ve pek çözüm getirmeyen sözler söylemek bir seçenek olabilir.
Ben bu yazıda başka bir seçeneği yeğleyeceğim ve Türkçe’yi yıpratmanın, hatta küçümsemenin örneklerinin daha yakınımızda bulunduğunu saptamak gerektiğini söyleyeceğim. Bu örnekler 'yüksek eğitimli' oldukları için daha 'kültürlü' oldukları varsayılan ve bu nedenle de kendi kültürlerinin belkemiği anadillerini daha iyi korumaları beklenebilecek kişiler tarafından sergilenmekte.
'Kültürlü' bilinen ancak kültürün belkemiği anadilimize darbe vuranlar o kadar yaygın ki, bu insanların tutumlarının artık kanıksandığını ve tepki görmeyen bu tutumun giderek daha da pekiştiğini düşünüyorum (Bilici, 1999). Hemen her sektörde piyasaya sürülen yeni ürünler yabancı adlar veya harfler (örn., WinSa9) ile donanmış durumda. Çok sevdiğim ve bize özgü kolonya, sanki bize özgü değil, İngilizce konuşulan bir yerden gelmiş gibi yabancı adlar (örn., Sandy) ile satılıyor. Hadi diyelim ki, onlar 'kültürsüz'. 'Kültürlüler' ne yapıyor? Geçenlerde Ankara'da, kendilerini ailelere danışmanlık verecek denli donanımlı sayan kişilerce açıldığı izlenimini veren bir işyerinin adına bakalım: Elysium. 'Kültürlülerin' izlediği televizyon kanalı olarak bilinen bir kanalı (NTV) hemen herkes, özellikle de kültürlüler nedense İngilizce yazılmış gibi okuyorlar. En gelenekçi geçinen kanallar (örn., HBB) ve izleyiciler bile aynı duyarsızlığı yansıtıyor.
Bana daha da çarpıcı ve son derece rahatsız edici gelen bir diğer örneği vermeden geçemeyeceğim. Ankara'daki Cumhuriyetin 75. Yılı kutlamalarından önemlice bir tanesi Bilkent Plaza'da yapıldı. Günler boyunca radyolardan duyurulan bu kutlamaya katılan kaç kişi acaba 'Plaza' sözcüğünden rahatsız oldu, merak ediyorum. Ya da bu alışveriş merkezinde bulunan işyerlerinin çoğunun adlarının yabancı olmasından? Böyle bir kutlama sanırım bir on yıl önce çok daha fazla kişiyi rahatsız ederdi.
'Kültürlüler' tarafından dilin yıpratılır olmasından daha da ciddi olan tehlike ise yüksek öğretimi sırtlanan kişiler olan öğretim üyeleri arasında da kendi diline yabancılaşmanın çok yaygın olması. Bu yabancılaşma özellikle yabancı dille eğitim yapan kurumlarda öylesine yaygın ve kanıksanmış bir durumdaki ki, inanılması zor örneklerle karşılaşıyorsunuz. Size bünyesinde bulunduğum ODTÜ'den bir örnek vereyim: Öğretim üyelerinin iletişimi için kullanılan e-posta hattında, geçenlerde bir profesör günlük yaşamda çok sık görülen Türkçe imla yanlışlarından (örn., 'her şey' yazmak yerine 'herşey' yazılması) ne kadar rahatsız olduğunu aktarmaktaydı. E-posta mesajında bu imla yanlışlarının bir bölümünü sıralamış, yanlarına da doğru kullanımlarını eklemişti. Beni şaşkına çeviren ise, bu yanlış-doğru listesine bir de İngilizce karşılıkların eklenmiş olmasıydı. Yani bu profesör ODTÜ öğretim üyelerine anadillerinde çok sık kullanılan sözcükleri (örn., her şey, hiçbir, herhalde) İngilizce olarak açıklamaya çalışmaktaydı!
Sanırım biz psikologlar da yüksek eğitimli, uzmanlık ya da doktora sahibi bu 'Türkçe engelli' gruba giriyoruz. Kendi dilimize yabancılaşmanın meslek dünyamızda gayet yaygın olduğunu görmemek olanaksız. Bu yazımda çuvaldızı biz psikologlara, özellikle de - biraz önceki profesör örneğinden yola çıkarak - öğretim üyelerine yöneltmek istiyorum.
Piyasaya son yıllarda çıkan ve psikologlarca yazılmış kitaplarda halen “adölesan”, “kognüsyon”, "situasyon", “demonstrasyon” gibi İngilizce’den alıntı - okunuşları ise bir ayrı alem - terimler görülebilmekte. Oysa bu terimlerin Türkçeleri var elimizde. Benim bulunduğum ortamlarda öğretim üyesi meslektaşlarımın kendi aralarında ve hatta öğrencilerin yanında “focus etmek”, "impress olmak" gibi karışımlar kullandığını görerek üzülüyorum. Türk Psikoloji Dergisi'ne gönderilen birçok makalede de Yayın Yönetmenlerinin Türkçe’nin çok ama çok özensiz kullanıldığını gördüğünü eklemeliyim. Karşılıkları bal gibi var olan yabancı terimlerin hatta sözcüklerin kullanımının sürmesi meslekdaşlarımın kendi dillerine pek değer vermediklerini göstermekte.
Öğretim üyeleri arasındaki bu değer bilmezlik ne yazık ki, öğrencilerimizin de psikolojiye kendi dillerinden koparak bakmalarına yol açıyor. Lafı uzatmamak için yabancı dille öğretim yapan kurumlardan gelen öğrencilerin öğrenci kongrelerinde Türkçe konuşamadıkları için çok garip karşılandıklarını söylemekle yetinmek istiyorum.
Psikolojide Türkçe’nin kullanılmamasında herhalde en önemli etken, öğretim üyelerinin çoğunun kendilerinin de yabancı dille öğretim yapan kurumlardan geçmiş ve lisansüstü öğrenimlerini ABD'de yapmış olmaları. Psikolojinin Türkiye’de bir bilim olarak çok kısa bir geçmişi olması ve kullandığımız birçok kavramın ve modelin kaynağının ABD olması da bu sorunu pekiştirmekte.
Peki bu kimilerince 'açmaz' olarak görülen bu soruna nasıl çözüm getirebiliriz? Burada soru işaretleri oluşturmak amacıyla kısaca birkaç seçenekten söz edeceğim.
Ben psikoloji biliminin örneğin bilgisayar teknolojisi gibi gelenekten ve günlük yaşamdan kopuk, kendi dilini yaratan bir süreç olmadığına inanıyorum. Öte yandan psikoloji zaten konuları ve uygulama alanı gereği dili ve kültürü kendisinden uzak tutabilecek bir disiplin olamaz. Psikolojide kullandığımız birçok kavramın şu ya da bu şekilde kültürümüzün içinde varolduğunu, hatta bunun çok uzun zamandır böyle olduğunu kabul etmek gereklidir. Öğretim üyelerinin bu noktadan yola çıktıklarında Türkçe psikolojinin o denli olanaksız olmadığını göreceklerini sanıyorum.
Daha etkili ve kalıcı bir çözüm, çok açıktır ki, Türkçe psikoloji kaynaklarını oluşturmak olacaktır. Almanya, Hollanda gibi ülkelerde psikologlar kendi dillerinde psikoloji kaynaklarının sayısını çok yüksek tutabilmektedirler. Geçen yıl Derneğimizin yayımlamaya başladığı Türk Psikoloji Yazıları bu yönde atılan çok somut bir adımdır ve Türkçe psikoloji kaynaklarını oluşturmak isteyen herkesin desteklemesi gereken bir girişimdir. Bu yıl Derneğimiz tarafından piyasa sürülmesi beklenen Psikolojiye Giriş kitabı da bu amaca hizmet edecektir. Yrd. Doç. Dr. Belgin Ayvaşık ve arkadaşlarının hazırladığı ve Derneğimiz tarafından yayımlanacak olan İngilizce-Türkçe Psikoloji Terimleri Sözlüğü Türkçe psikoloji kaynaklarını oluşturmakta atılacak her adım için bir temel taşı olacaktır.
Ülkemizin geldiği bu aşamada üniversitelerde öğretim dilinin yabancı bir dil olması üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir olgudur (Tavşanoğlu, 1999). Bu soru enine boyuna tartışılırken yabancı dille öğretim yapan kurumlarda uygulanabilecek bir çözüm, ders kitaplarının ve derste kullanılan dilin yabancı bir dil kalması, ama gerektikçe derslerin Türkçe yapılması ve yabancı dildeki terimlerin Türkçe karşılıklarının özellikle temel derslerde verilmesi olabilir. Kimi okumaların Türkçe olması, öğrencinin piyasadaki Türkçe kitapları ve basında psikoloji üzerine çıkan yazıları incelemesi gibi ödevler yine öğrencinin Türkçe kullanımını pekiştirecektir. Öğrencinin yabancı dilde yazabilmesi, yani teknik terimiyle dilde üretim yapabilmesi önemli bir amaç ise, verilen ödevlerin çoğunun İngilizce yazılması yararlı olacaktır. Deneyimlerime dayanarak bu uygulamanın öğrenciye çok şey kazandırdığını söyleyebilirim.
Bir diğer seçenek, şu an Başkent Üniversitesi'nde denenen ders kitaplarının İngilizce olması, derslerin ise Türkçe yapılması uygulaması olabilir.
Meslekdaşlarımın 'dil açmazımızı' ve yukarıdaki seçenekleri tartışmaya başlayacaklarını umuyorum.
Kaynaklar:
Bilici, E. N. (1999) 'Harf İnkılabı'na gizli devrim'. (Engin Noyan ile söyleşi) Zaman Pazar, 17 Ocak, Sayı 3, s. 3.Tavşanoğlu, L. (1999) 'Yabancı dille eğitim olmaz.' (Pazar Konuğu: Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu ile söyleşi) Cumhuriyet, 10 Ocak, s. 12.